Gönderildi: 3 yıl
Aşık pençesini göğsüne götürdü, baş kesip meydana aşk-ı niyazda bulundu. Eğildi sağ tarafındaki post üzerinde erkân tutmuş pir ile görüştü. Pir Nizari, “aşk ile erenler” dedi aşığa “Nefesin tutulsun!..” Aşık iç geçirdi. Pir ile tekrar görüştü ama bu sefer, biraz serin görüştü! Pir Nizari, aşıktaki ikiliği hemen sezdi ama ona hiç belli etmeden meydana doğruldu. Aşık, pir nefesinden memnun kalmamıştı!
Fırka-i Naciye
“Biz” dedi, Pir Nizarî kendinden emin, “Naciye çocuklarıyız bildiniz mi erenler? Babamız Naci’dir. Bu nedenle şeriatta bize Güruh-u Naci derler amma Marifet kapısında erenler öyle söylemez. Marifet kapısında biz Ana Naciye çocukları olarak anılırız. Marifet kapısı “ölmeden ölmek” kapısıdır. O kapıda künyemiz Ana Naciye ile anılır. Hakikat yolculuğuna Naciye çocukları olarak çıkarız.”
Oysa aşık, ne de güzel bir nefes dillendirmişti. Dile gelen nefes ile meydan esrikleşmiş, erenler cuşa gelmişlerdi.. Onların coşku ve cezbesi, aşığı da sarıp sarmalamıştı. Dem o demdi. Gel gelelim, Pir Nizarî bu gün, meydanı muhabbeti, hiç duyulmadık bir kapıdan açmıştı. Aşık, “bu kapıdan girenlere aşk olsun” diye geçirdi içinden. Çünkü, bir anda bütün bildiğinin ters yüz olduğunu fark etmişti.
Hiç beklemediği bir anda, kulağının işittikleriyle sarsıldı. Pir Nizarî: “Aşık söyler, Arif törpülermiş erenler!” dedi meydana. Aşık, “işte bu lokma da benimdir” diye geçirdi içinden ve pirinin kendisini okuduğunu düşündü. Biraz mahçup, kafasındaki gümanı silip pirine kulak vermeye başladı. Pir Nizarî konuşmasını sürdürürken meydanı bir umman içinde sürükleyip bir başka meydana götürdü sanki. İşte orada, “açıldı meydan, göründü rahman!”
“Bakınız şimdi” dedi Pir Nizarî, “işin başına dönelim ve görelim. Lâ mekân ilinden bi nişan iken, nasıl oldu da bir an içinde zuhura getirdin? Bir an içinde ‘ol’ dedin de oldu?”
“Lâ” demek, yok demektir. O zaman mekân da yok. Lâ mekân ilinde ve bir an içinde, nasıl oldu da meydana çıkardın? Mekân yok, namı, nişanı yok. Yok olan yerdeki dünyada insan olur mu?”
“Gök baba, yer anadır. Gök keramet ve mucizattır. Yerde her türlü ot, ağaç biter. Göğün hareketi, onun mucizatıdır. Göğün hareketiyle yağan yağmur, kar, ateş, rüzgardır. Bunların hepsi yere yağmakta. İnsanlar, hayvanlar ve cümlesi, yerden ve gökten kalıplarını almış oluyorlar. Alınan kalıpları: ateş, hava, su ve topraktır.”
“Yüreğindeki kuşkuyu silmelisin talip” dedi Pir Nizarî. Sanki meydan erenlerinin bir kısmında da ikirciklenmelerin olduğunu sezmiş gibiydi ve meydana seslenmişti. Söylediklerinin adeta üstünü basarak konuşmasını sürdürdü.
“Kalıp, Allah’ı ispat edendir. Gerek insan gerek Allah olsun, anadan doğmayan kendini ispat edemez. Anca anadan doğan insan ve Allah, kendini ispat edebilir. Var olanların ispatı dünyadır. Dünyada ispatlı olan tasdiklidir. Vücutsuz olan Lâ mekândır. Mekânı yok, namı nişanı yok olanlar, kendilerini ne ile ispat edebileceklerdir? Ateş, hava, su ve topraktan vücudunu almayan ispatsız, Lâ mekândır.”
Aşık’ın nutku durmuştu adeta. “Pirim o zaman sen herkesin Allah’ı ayrıdır diyorsun” diye soracaktı ama vazgeçti. Bu meydanda, bu güne dek öğrendiklerinin bir anda suya sele gittiğini fark etmişti. Bir boşlukta gibiydi. Kendine olan güvenini kaybetmişti bir an için. Ruhu daralmıştı. Sazına gitti eli, belli belirsiz onu okşar gibi yaptı. Olduğu yere çöktü, küçüldü!..
Pir Nizarî sanki, meydanı okuyordu.. Meydan kitaptı ve o konuşmuyor, önündeki insan topluluğundan mürekkep kitabı sayfa sayfa okuyordu. Tıpkı aşığın sazın telleri üzerinde gezindiği sıradaki ruh haline benziyordu görünüşü. Ya da aşığa öyle gelmişti. Gözleri kapalı, yüz hatları sakin ve dingin, sesi bir melodi gibi insanın ta yüreğine işliyordu.
“Bu güne dek insanlık, iki kol üzere gelmişlerdir. Biri Naciye ana koludur diğeri ise Havva ana kolu. Bu kollar birbirinden ayrıdır. Bu kolların Allahları da ayrıdır. Havva kolunun Allah’ı yaratılmışlarda, Naciye kolunun Allah’ı da doğuşta ispat olunur. Doğuşta kendini ispat etmeyenin kendisi de yok, namı da yoktur. Yok olanlar, dünyada kendini ispat etmeyenlerdir. Yoktan yaratılmış olanlardır. Anasının doğum kapısına Hakk kapısı demeyenler, kendilerini inkâr etmiş, ailesiyle yatınca kendilerini pis görüp cenabet olanlardır. İnkâr defterine kayıt düşenlerdir.
Kendini tanı ey talip!.. Özünü, nefsini, hırsını öldür. Öldür ki yeniden doğumun olsun. Yeniden doğmak, uyanmaktır. Uykuyu terk et! Uyanmak kendini bilmektir. Kendini bilmeyen Hakkı bilir mi? Hakkı kendisinde mevcut görmeyen boş kovandır. Bu kovan şeytanın evi olup balı yoktur. Hakkı tanıyanlar, Hakk’ı kendisinde hazır ve mevcut görenlerin kovanları bal ile doludur. Hakk onların emrinde ve onlara sahip. Onları gezdiren dolaştıran, her bir fena fiillerden, kötü hallerden saklayıp bekleyen Hakk’tır.”